Bu yazım ekonomi üzerine olacak. Son yaşanan krizden sonra, ABD mevduat bankalarıyla yatırım faaliyetlerini kesin bir çizgiyle ayırmak için, yani finansal piyasaları daha sağlam regüle etmek için önemli adımlar atmayı planlıyor. FED eski başkanı Volcker, bu düzenlemeyi savunan danışmanların başında. Nobel ödüllü ekonomist Stiglitz ve Krugman gibi isimlerde bu yeni regülasyonu destekleyen guruhun arasında. Obama’nin kararlı tavrıysa bu yeni düzenlemelerin önünde pekte bir engel kalmadığını gösteriyor. Şüphesiz, Türkiyede bu yeni düzenlemeleri, kendi yasalarına doğrudan adapte edecek ülkeler arasında.
Bu noktada, genel olarak regülasyonların ne kadar işlevsel olduğunu tartışmak istiyorum.
Sanılanın aksine, ABD piyasaları neredeyse 1890 –Sherman Act anti-tröst yasasından beri birinci elden regüle ediliyor. Zaten bu yasadan öncede hükümetin müdahalesi yoktu diyemeyiz çünkü doğası gereği devlet piyasalara dolaylı ya da doğrudan müdahale eder. Çıkar gruplarının varlığı da bu müdahaleyi meşru kılar çünkü genelde müdahaleler içeriyi dışarıdan koruma amacıyla yapılır. Gümrük vergileri, kotalar, para politikası bu duruma güzel örnekler. Yani her ne kadar ‘platonize’ etmeyi sevsekte ABD hiç bir zaman saf kapitalist olmadı. Aynen SSCB nin hiç bir zaman saf komünist olmadığı gibi.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasi durumda, çıkar gruplarının algılarını maksimize etmek istiyen bir politik sistemin ekonomiye müdahale etmeden bu emelini gerçekleştirmesi mümkün değil. Bu yüzden devlet müdahalesine karşı olmak bu sistemde çok ütopik bir hal alıyor. Bunun yerine ‘optimal devlet müdahalesı’ kavramının daha anlaşılır olduğunu düşünüyor, amaç değil araç olarak kullanışlı buluyorum.
Öncelikle koşullar nedeniyle ütopik olan, amacı tanımlamak istiyorum. Amaç tamamen devletten arınmış, serbest, müdahalesiz piyasalardır. Böyle bir sistem şimdiye kadar denenmedi ama düşünmesi bile heyecan verici. Avrupayı kalkındıran en önemli neden, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıydı. Türkiye hala bu eksende tartışmalar yaşamaya devam etsede, bu mesele tüm gelişmiş ülkeler dinin devletle olan ilişkisini ‘sembolik’ düzeye indirmeyi başardı. Aynı şey neden ekonomi için geçerli olmasın. Burada ekono-laik bir sistemden söz ediyorum.
Eminim din işleri devlet işlerinden ayrılmadan önce de dini kurumların müdahalesinin olmadığı bir devlet sistemi tasavvur etmek zordu fakat sonunda gerçekleşti. Gelecekte aynı durumun devlet ile ekonomi arasında gerçekleşeceğini savunuyorum. Bu adımı ilk atan memlekette geleceğin yeni süper gücü olacaktir.
İşçileri değil, Girişimciyi Sömürün!
Devlet, müdahalelerle üretimin 4 faktöründen en önemlisi olan ‘girişimcinin’ sırtına biniyor. Halbuki, krizleri yaratan girişimciler değil devlet müdahalelerinin ta kendisı. Örneğin eğer Türkiyede yeni bir banka kurmak istiyorsanız 60 milyon TL(tabi tek maliyet bu değil) sermaye koymak durumundasınız.Bu da beraberinde ABD deki gibi başarısız olmak için çok büyük(too big to fail) bankaları getiriyor. ABD ise bankaların en çok regüle edildiği piyasalardan biri. Sadece FED, bankaları 15 farklı regülasyona tabi tutuyor.
Yeni banka regülasyonları durumu daha da kazuistik hale sokmaktan ileri gidemeyecek. Şunu anlamak lazım: Bu iş 15 değil 225 regülasyonla da çözülmez! Sadece durumu daha da vahim hale getirir. En sonunda elinizde esnekliği 0 a yakın, ekonomiyi geriden takip eden kireçli bir finansal sistem kalır.
Yıllardır sakallının verdiği gazla emekçinin girişimci tarafından sömürüldüğünü, girişimcinin kölesi olduğunu savunan insanlar var ve bu altruistler girişimcinin böyle bir hakkı olmadığını söyleyip duruyorlar. Böyle bir sömürü söz konusu değil ama asıl sömürü gözden kaçıyor. Devletin müdahalelerle ‘girişimciyi’ sömürmeye ne hakkı var!
Para kazanmak, ticaret yapmak bir suç yada utanılacak bir iş değildir. Ticaret gönüllülük esasına dayanır ve zero-sum(toplamı 0) olan bir iş değildir. Her zaman daha fazla değer yaratır. Suriyeyle bir savaşa girmemiz toplamı sıfır olan bir olaydır ve kazananlar ve kaybedenler olur. Fakat Suriyenin ekonomisinin güçlenmesi bizim zararımıza değildir, faydamızadır. Karşılıklı ticaret artar, iş hacmi artar, talep artar, üretim artar, istihdam artar. Her iki tarafta kazanır.
İşte politik işlerle(savaş gibi) ekonomi bu noktada ayrılıyor ve bu ayrım çok önemli bir nokta çünkü beraberinde ekonomik meselerle devlet meselerinin birbirinden ayrılması gerekliliğini getiriyor. Politik çıkarlar ekonomiyi örseliyor çünkü kazan-kazan sonuçları doğuran bir mesele kazan-kaybet sonuçları olan bir irade tarafından sürekli kontrol ediliyor dolayısıyla ortaya kaybet-kaybetler çıkıyor. Aynen regülasyonların bankacılık sektörünü dolayısıyla ülke ve dünya ekonomısini mahfetmeye devam edeceğı gibi...
Bu düşünceye ancak kişiselliğin erdemli olarak algılandığı, alturizmin tüm etkisiyle ortadan kalktığı bir dünyada ulaşılabileceğini düşünüyorum. Zaten kişisel ben-merkezci bir düşünce ülkemizde yaşanan kollektivist cemaat akımlarının ve ırkçı çatışmaların tek çözümü olarak gözüküyor.
Yazımı şu soğukta dışarıda yatan Tekel işçilerine ithaf ediyorum. Kim suçlu sizce? Tekele verimliği diplere düşürecek kadar kadrolu personel alan ve işletmeyi yürütülmeyecek hale sokan devlet mi? Aldığı işletmeden kar elde etmek isteyen girişimci mi? Birde sosyalist gruplar oraya gidip eylem yapmıyorlar mi... TRAJİKOMİK!















2 yorum:
Yiğidim bana kalırsa çok temel bir hata ile başlamış bu yazı, Avrupa'da din ile devlet işlerininin birbirinden ayrıldığını, sembolik bir hale indiğini savunmuşsun ancak ben kesinlikle öyle olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki orta çağdaki gibi skolastik düşüncenin günümüz Avrupasında eskisi gibi etkili olduğunu söyleyemeyiz ama sen bence biraz daha araştır bu günümüzdeki Avrupa ve din meselelerini; sandığından daha fazla bir bağ olduğuna eminim.
Bahsettigim ayrim, benim gorusum degil tarihtir. Avrupa da din devletin icinde demek tarihi inkar etmektir. Reform hareketinin temel amaci buydu zaten. Bugun hic bir Avrupa devleti dini politakalastirarak vatandaslarina dayatmalar sunamaz. Dunyayi din tacirlerinden arindirmak cok zor ama en azindan mesafeyi korumayi bilmek, sanilanin aksine yasa ya da kanun meselesi degil vatandaslik bilinci meselesidir.
Bence Avrupa devletlerinde din adina dayatmalar oldugunu one surmen, tamamen uzerinde dusunulmemis bir gorus. Fakat Almanya daki Yesiller gibi hareketler dini dayatmalari politikalastirmaktansa ahlaki kurallarini kendi dinlerine gore belirliyor. Bu da beraberinde bir dayatma gecirmez cunku ahlaki kurallarin sekillenmesi felsefe isidir, din de bir cesit felsefedir.
Senin one surdugun, Avrupa devletlerinde din ve politikanin ayri olmadigi gorusu, sadece insanlarin etik ve ahlaki kurallarini dinlerine gore sekillendirmesinin bir sonucu.
Yorum Gönder